Kayıt olmanız sitemizde tam bir katılımcı olmanızı sağlayacaktır. Sitemizedeki beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, mesajlaşma sistemini kullanabilir ve daha fazlasını yapabilirsiniz.
The Surge’ü uzun süredir merakla bekliyordum. Bir yandan sunduğu konsept, bir yandan da savaş mekanikleri sağ olsun, merakımı bir hayli uyandırdı. Dark Souls oynadın mı sevgili okur? Yani oynamadıysan bile duymuşsundur. Hani duymadıysan da tez elden bir bak derim. İşte The Surge de benzeri bir yapı sunuyor. Benzeri derken şaka yapmıyorum; bu oyunun en belirgin özelliği oyuncusunun çileden çıkartacak seviyedeki zorluğu. Tıpkı DS’da olduğu gibi, oyuna başladıktan kısa bir süre sonra öleceksiniz. Sonra bir daha, sonra bir daha ve bu böyle uzayıp gidecek. Ta ki tüm mekaniklere alışıp karakterinizi yeteri kadar geliştirinceye kadar… Bir diğer benzerlik de oyunun sunduğu karanlık dünya konsepti. Hoş, The Surge DS’a göre renk patenti ve atmosfer olarak çok daha aydınlık bir dünya vadediyor olsa da senaryo bazlı bir karanlığa sahip.
Fütüristik bir dünyada geçen The Surge’de, gezegenimiz insan eliyle bir güzel mahvedilmiş ve biz de bu dünya için hizmet eden CREO isimli bir firmanın devasa arazisi içerisinde oradan oraya koşturuyoruz. Tüm dünyayı etkileyen bu felaketi bir şekilde engellemeye çalışan CREO, öyle görünüyor ki bizim gibi bir yeni yetme için çok da sağlıklı bir yer değil. Zaten olaylar da birazcık burada başlıyor.
Dişe diş, kana kan Oyun başladığında kendimizi bir metro içerisinde buluyoruz. Bu esnada da CREO’ya doğru ilerlediğimizi fark ediyoruz. Mekâna vardığımızdaysa arka plandan kameraya alınan karakterimizi ilk defa hareket ettirebiliyor ve kendisinin tekerlekli sandalyede olduğunu anlıyoruz. Kısa bir yolculuğun ardından daha evvelden belirlenen randevu noktamıza geliyoruz. Üzerine yattığımız koltuk bir anda her yanımızı sarıyor. Robot kollar üzerimize demir yığınları getirmeye başlıyor ve karakterimizi canlı canlı vidalıyorlar. Anlayacağınız birazdan elde edeceğimiz exoskeleton’u üzerimize resmen monte ediyorlar. Bu kanlı işlemin ardından oyuna tam anlamıyla başlıyoruz.
Açıkçası oyunun giriş kısmı o kadar fason ve boştu ki anlatamam. Hem gidilecek yer belli değil, hem de kurgu namına kimse bir şey yapmamış diyebilirim. Neyse efendim, oyuna başladığımız anda artık yürüyebilen bir insanız, esas olan bu. Fakat ne hikmetse karşımıza çıkan herkes üzerimize atlıyor. İşte bunun sebebini öğrenmek için oyunu bir süre deneyim etmeniz gerekecek. CREO’nun devasa alanı, bir bakıma kendi başına çalışan devasa bir kompleks. Burada türlü türlü karakter mevcut ve evet, hepsi ayrı bir atarlı. Başlangıçta ufak uçan robotları yok ediyorken, akabinde daha farklı düşman birimleri ve birbirinden zorlu Boss’larla karşılaşıyoruz. CREO üzerinde çok fazla harita bulunuyor. Her haritanın da içerisinde bir adet kafamızı sokacak safe house bulunuyor. Burada hem karakterimizi geliştirebiliyoruz, hem de yeni eşyalar üretebiliyoruz. O kısma birazdan değineceğim...
Haritanın büyüklüğü her anlamda oyuna zorluk eklemiş diyebilirim ama bir taraftan da rahatlık katmış. Geniş ve devasa alanlar sanki gelecekteki koca bir sanayideymişiz havası solumamıza zemin hazırlamış. Fakat yer altında da girilecek birçok mekân olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Tabii tüm bu alanları lay lay lom diye gezemiyoruz. Karşımızda ölmemizi isteyen kalabalık bir güruh var ve savaş kaçınılmaz bir son. Savaş da tıpkı DS’dekine benzer şekilde cereyan ediyor. Hayat puanımızdan bence çok daha önemli olan Stamina puanımız, oyunun tüm gidişatını belirliyor. Üzerimize alabildiğimiz farklı eşyalar sayesinde bir şekilde hayat puanımızı doldurabiliyoruz. Fakat karakterimizin hareket kabiliyetleri Stamina’ya bağlı olduğu için bir anlamda hayatımız da Stamina’ya bağlanmış oluyor.
Dark Souls gibi Kullandığımız her silahın kendisine özel vuruşları söz konusu ve bir silahı kullandıkça kendisi üzerinde seviye atlıyor, zamanla çok daha güçlü vuruşlar yapabiliyoruz. Yine de ardı ardına yapılan vuruşlarda Stamina bir anda tükeniyor ve eğer düşmana onu sersemletecek kalitede bir vuruş yapmadıysak, düşmanımız biz ona vururken devasa bir saldırı patlatabiliyor. Bu arada yapacağımız vuruşları, düşmanlarımızın zırhsız parçalarına yapmamız gerekiyor. Aksi halde “tön, tön” sesi duymaktan öteye gidemeyeceğiz demektir. Ayrıca oyunun başında üç - dört küçük vuruşla patates olduğumuzu da söyleyeyim. İşin güzel kısmı, benzeri bir durumun düşmanlar için de geçerli olması. Zaten oyunu farklı kılan özelliklerden birisi de bu. Eşya üretmek kesinlikle The Surge’ün en kaliteli özelliklerden birisi. Üretim için öncelikle şema buluyor, akabinde Tech Scrap denen parçaları ve de diğer spesifik bileşenleri topluyoruz. Gereken her türlü parçayı topladıktan sonra karakterimizin üzerine yayılan toplamda sekiz farklı parça türünde üretim yapabiliyoruz. Bu parçalardan birisi silah, diğeri Drone, kalanlar da üzerimizdeki zırh parçaları oluyor. Her parçanın ayrıca upgrade edilebiliyor olması da cabası. Parçaları toplamak için bolca düşman öldürmek ve de haritayı didik didik etmek gerekiyor. Bir yere tutunup çıkmak gibi bir mekanik söz konusu olmadığından, genelde üst katlarda bulunan objelere farklı yerlerden dolaşıp gitmeye mecburuz. Boss savaşları da yine Dark Souls kıvamında. Tek seferde bizi öldürebilme gücüne sahip bu güzide arkadaşlara karşı çok dikkatli olmak gerekiyor.
Biraz vur, sonra kaç... The Surge özellikle benim gibi zorlayıcı oyunları sevenler için bulunmaz bir nimet. Zor sevmeyen oyuncular içinse tam bir kâbus olabilir. Oyunun savaş mekanikleri çok güzel şekilde yedirilmiş olsa da düşmana vururken alınan darbeler biraz can sıkıcı. Bu da genel anlamda vuruş yapmadan önce onlarca defa düşünmeme sebebiyet verdi. Benzeri şekilde düşmanın ne şekilde tepkiler vereceğini anlamak da bir hayli zor. Ayrıca senaryo konusunda da sınıfta kalmış durumda. Yazımın içerisinde de belirttiğim üzere korkunç bir girişi olduğu gibi oyunun genelinde de senaryodan eser yok. Grafikler genel hatlarıyla iyi olsa da fazlasıyla kaplama kullanıldığını belirtmek isterim. Daha ziyade konsol grafiklerinde gördüğümüz bu durum, PC için üretilen detaylı oyunların yanında birazcık sırıtıyor olsa da kabul edilebilir seviyede. Sonuç olarak The Surge kesinlikle deneyim edilmesi gereken, RPG mekanikleri üzerine yükselen, zorlayıcı bir oyun.