Kayıt olmanız sitemizde tam bir katılımcı olmanızı sağlayacaktır. Sitemizedeki beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, mesajlaşma sistemini kullanabilir ve daha fazlasını yapabilirsiniz.
Yaş ilerlediğinden midir, yoksa her türlü korku öğesini defalarca tattığımdan mıdır, bilmiyorum ama tek istediğim şey korkmak, bu kadar net. Oyun oynaığım yıllar içerisinde çok fazla korku oyunu oynadığımı söyleyemem ama korktuğum, korkmasam bile en azından tedirgin olduğum oyunlar olmuştu. Bu noktada herkesin sıraladığı Doom, Resident Evil ya da Silent Hill gibi isimleri saymayacağım. Aklımda kalan tek anı, ilk F.E.A.R.’daki o “küçük kız” konsepti ve tüylerimi ürperten birkaç sahne. Artık bu açlığımı, korkma isteğimi bir şekilde tatmin etmem gerekiyordu ve bu düşünceyle kendimi korku oyunlarını keşfetmeye adadım. Henüz bir Amnesia ya da Penumbra oynamış değilim ama Slender: The Eight Pages ile az biraz tedirgin olduğum kesin. İşte bu noktayı yakalamışken, daha kapsamlı bir yapım olan Slender: The Arrival’ı görür görmez hemen oyunun üstüne atladım ve kendimi sınamaya başladım.
Oyunda “Lauren” adlı bir kızı kontrol edip “Kate” adlı arkadaşımızı ziyarete gidiyoruz. Bu ziyaret, kısa süre önce annesini kaybeden Kate’i teselli amaçlı muhtemelen ama daha eve ulaşmadan işler ters gitmeye başlıyor. Oyunun beş bölümünden ilki olan Prologue, devrilmiş bir ağacın yolumuzu kesmesi ve sonrasında yolun kalanına yürüyerek devam etmemiz gerekmesiyle başlıyor. Normalde başınıza böyle bir şey gelse ne yaparsınız? Yardım için birilerini ararsınız, değil mi? Slender: The Arrival’da ise elimizde kamera, etrafı çeke çeken yürümeye başlıyoruz ormanın derinliklerine doğru. Havanın yavaş yavaş kararmaya başladığı saatlerde yola koyulduktan sonra etrafın sessizliği ve sakinliği, bize yalnız olduğumuz hissini uyandırıyor ve gerginlik yavaş yavaş ekrandan bedene nüfuz ediyor. Zaten oyunun hedeflediği şey de oyuncuyu baskı altına almak, strese sokmak ve korkutmak ki bunu başarıyla yerine getiriyor Slender: The Arrival. Rüzgârın uğultusu, bir anda kulağa çalınan ayak sesleri ve benzeri detaylar oldukça başarılı. Görsellik de -her ne kadar oyunun geneline karanlık hâkim olsa da- önceki oyuna göre çok daha başarılı.
Toplam beş bölümden oluşan Slender: The Arrival’ı oynarken yine en büyük dostumuz fenerimiz olacak. Etraf karardıktan ve çevredeki ışık kaynağı sayısı minimuma indikten sonra ona öylesine ihtiyaç duyuyoruz ki... Kendinizi oyunun atmosferine kaptırdıktan sonra feneri bir anlığına, belki de bir saniyeliğine kapatınca ne demek istediğimizi daha net anlayacaksınız. Zaten duyularınıza, hislerinize öylesine hitap ediyor ki oyun, feneri bir anlığına kapamak, karanlıkta kaybolmak, kendini yalnız ve tedirgin hissetmek istiyor insan. Bazılarınıza psikopatça, hatta aptalca gelebilir ama ilk oyunu oynayanlar beni anlıyor ya gerisi önemli değil. (Yok yok, kızmayın, siz de önemlisiniz ama beni anlamaya çalışın!) Dediğim gibi, beş bölümden oluşuyor oyun ve bölümler arasında bağlantı olsa da farklı odak noktaları var. Örneğin, ikinci bölüm önceki oyunun bir kopyası olarak değerlendirilebilir ki adı da “The Eight Pages” zaten. Sonraki bölümler içinse detay vermiyor ve konuyu kapıyorum.
Henüz bağımsız korku oyunlarına bulaşmamış ama ekran başında korkmak için can atan biriyseniz, bu sürece atacağınız ilk adım Slender: The Arrival olabilir.