Kayıt olmanız sitemizde tam bir katılımcı olmanızı sağlayacaktır. Sitemizedeki beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, mesajlaşma sistemini kullanabilir ve daha fazlasını yapabilirsiniz.
"Yaşayan ölü” ne demektir, anlatayım... Yaşayan ölü, ölüp de hayata dönmüş insan evladına verilen bir isimdir. “Ölen bir canlı, nasıl hayata döner?” sorusunun yanıtı niteliğindedir bu varlıklar lakin yaşadıkları hayat da hayat değildir.
Yaşayan ölüler tamamıyla içgüdüleriyle hareket eder. Aksi bir durum olsaydı, bilinçsiz bir şekilde sadece birkaç ayda dünyanın %80’ini kendi taraflarına çekebilmeyi başaran “zombi”ler, bunu sadece birkaç saat içerisinde yapabilirdi.
Zombileri öldürmek için kafalarını bedenlerinden ayırmak gerekir ya da beyinlerine şöyle uzunca bir cisim, mızraktır, tırpandır, onlardan bir tanesini saplamak da iş görür.Zombi görünce kaçmak, insanı insan yapan bir dürtüdür. Zombiden kaçmayana “inme indi”, “kalbi durdu herhalde” veya “hay geri zekalı” denir.
Zombilerin hızlı mı hareket ettiği, yavaş mı yürüdüğü maalesef yıllar içerisinde iyicene çorbaya dönmüştür. Bir filmde ağır aksak yürürken, bir oyunda duvara bile tırmanabilmektedirler. Tavanda yürüyen zombiyeyse zombi denmez, “Cenab-ı rabbül alemin...” denilerek ya süpürgeyle kafasına vura vura etkisiz hale getirilir ya da odanın köşesine itelenip cam da açık bırakılır ki kendisi çıkıp gitsin.
Son olarak zombiler, birtakım insanların geçim kapısı olmuştur; hatta birtakım yönetmenleri, yazarları da paraya, şana ve şöhrete ulaştırmaya devam etmektedir.
Zombiler olmasa dünya üzerindeki insanlar mutlak surette sıkılacaktır.
İşte bu yüzden sevgili okurlar, kısacık eteği, sapsarı saçları, zaman zaman telefon, zaman zaman makineli tüfek, yeri geldiğinde de canlı insan kafası (“Böyle saçma bir şey olur mu?” da demeyin!) atabilen bir elektrikli testereyle, bir şehir dolusu zombiyi kesen bir kıza da “Hocam olacak şey değil...” dememenizi kamu huzurunda bildirir, hepinize bol klimalı, bol denizli - havuzlu, başladıktan sonra üç satır sürmeyen, nefes almanıza izin verecek cümleler okuyacağınız mükemmel bir Temmuz ayı dilerim. Amin.
Juliet ile birkaç saat... Yanlış anlamayın çünkü hem oyunda olanlar oyun saatiyle birkaç saatte gerçekleşiyor, hem de oyunun toplam süresi, koşturursanız beş, biraz ağır kanlıysanız da altı saatten fazla değil. O yüzdendir ki Juliet, üç günlük eğlence bile değil maalesef. (Toparlamaya çalışırken iyicene batmak...)
Ne var ki Juliet çok tatlı bir kız. Siz deyin 16, ben diyeyim 17 yaşında. ABD’de bir lise öğrencisi ve aynı zamanda bir pon pon kız. (Cheerleader deniyor onlara.)
Juliet’in bir tane ablası (20 yaşında, kısa saçlı, tarz bir insan.), bir tane de kız kardeşi var. (Yaşını unuttum ama o tam zibidi kendisi. Renkli ve garip saçlar, abartılı hareketler...) Juliet’in annesi son derece normal bir anneyken, babasıysa Bleach’teki Ichigo’nun babasını andırıyor; 44 yaşında, enerjik ve fantastik bir baba.
Bir gün Juliet okula gitmek üzere evden çıkıyor ama ne görsün, okuldaki tüm arkadaşları birer zombiye dönüşmüş, bir şekilde hayatta kalanların da zombiler tarafından ziyafete dönüştürülmesi an meselesi. Eh, eğitimli bir ponpon kızın görevi olmalı ki Juliet bu manzara karşısında ne donup kalıyor, ne de şaşırıyor ve neden yanında taşıdığı belli olmayan elektrikli testeresini ortaya çıkarıp zombiye dönüşmüş okul halkını bir bir kesmeye başlıyor. Çok geçmiyor ki Juliet’in sırları ortaya dökülüyor...
Meğer Juliet ve tüm ailesi zombi avcısıymış! Durduğunuz yerde nasıl zombi avcısı olmak için eğitim alırsınız, bilmiyorum ama bu ailenin tümü, bir gün dünyayı zombiler istila eder diye özel eğitimden geçmiş, hatta büyüler de öğrenmiş ve bu sayede normal bir insandan daha üstün yeteneklere sahip olmuş.
Öyle böyle derken önce Juliet, ardından Japon hocası, sonra da tüm ailesi bu büyük savaşta yerlerini alıyor. Ortam gerçekten çok acayip bir hale dönüşüyor. Kill Bill’de Uma Thurman’ın 100 tane adama karşı dövüştüğü o sahne benzeri fantastik bir atmosferin içinde buluyorsunuz kendinizi ve inanmayacaksınız ama bir süre sonra gerçekten eğlenmeye başlıyorsunuz...
Büyük şov Neden “bir süre sonra” dediğimi açıklığa kavuşturayım. Oyuna başladığım saniye ve ardından gelen 10 dakikada gerçek bir sabır göstergesiydim bence.
Lollipop Chainsaw’u bir Suda51 oyunu olarak, yani farklı bir oyun olarak algılamak lazım. Mesela bu oyunu Bayonetta veya Devil May Cry ile hiç karşılaştırmamalıyız. Bu oyun için demeliyiz ki, “Beline erkek arkadaşının yaşayan ve konuşan kafasını takan bir ponpon kızın, büyücü bir hippi - zombi ve daha fazlasına karşı verdiği amansız mücadele.” Bu tanımlama sizin için çok anlamsızsa veya çok gerçek dışıysa bence Lollipop Chainsaw’u hiç hayatınıza almayın bile. Kapatın konuyu gitsin. Geriye kalanlarla oyun mekaniklerini tartışacağım çünkü, siz de sıkılmayın şimdi bir yandan; üzülürüm.
Bir zombiyi pişirmek Oynanış bir hayli basit. Elektrikli testere saldırılarımız için iki tuş, zombileri sersemletecek ponpon kız saldırıları için bir tane tuş ve zıplamak, saldırıları savuşturmak için de bir diğer tuşu kullanıyoruz. En basit anlamda Devil May Cry’a benziyor oyun ama ben bir noktadan sonra olayların Alice: Madness Returns’e de benzediğine kanaat getirdim. Ne var ki Lollipop Chainsaw, bu iki oyun gibi size özgürce mekanları araştırma imkanı sunmuyor. En basitinden, bir alandan diğerine geçmenizi engelleyen bir duvarı bile belirtilen tuşa basarak, özel bir ara sahnenin araya girmesiyle yapabiliyorsunuz. Zombiler oyun boyunca farklılık gösteriyor ve saldırılarımızı da buna göre yapıyoruz. Hızlı olanlara karşı daha hızlı saldırılar yapıyor, yavaş olanları en güçlü ve ağır saldırılarımızla uzun uzun kesebiliyoruz.
Zombilerin ölmelerine yakın onlara özel saldırılar da yapabiliyor ve böylece onları şekilli bir animasyonla ortadan kaldırabiliyoruz.
Juliet oyun boyunca bolca hareket kullanıyor. Komboların büyük bir kısmı oyunun başında kapalı oluyor ve ancak zombileri öldürdüğünüzde kazandığınız paralarla yeni kombolar satın alabiliyorsunuz.
Kombolar veyahut Juliet’in hareketleri Bayonetta’dan veya Dante’den çok daha tutuk. Tutuk lakin çok da kötü değil. Juliet’in nispeten yavaş hareket ediyor olması, zombilere karşı mutlak bir başarınız olmasını engellemiş. Dolayısıyla bir zombi grubuyla mücadele ederken hangi komboyu kullanmanız gerektiğine, kaçış areketlerinin zamanlamasına dikkat etmeniz gerekiyor.
Killabilly Peki bu oyunu neden çok sevmedim? Bence oyunun uçukluğu ve saçma atmosferi çok güzel. Karakterler çok uçuk, olan olaylar daha da acayip. Bu denli atmosferi kendine göre sağlam bir oyunda çok kısıtlı bir alanda hareket edebilmemiz ve tren rayında ilerliyormuş gibi oyunu götürmemiz bence çok yanlış bir seçim olmuş. Daha özgür ve daha akıllıca, daha detaylı kurgulanmış bölümler olsaydı, bu oyunu çok daha geniş bir kitle sevebilirdi.
Bu önemli eksikliğin yanında oyun süresinin kısalığı da maalesef büyük bir eksi. Ben sanıyorum ki beş saatten biraz daha kısa bir zamanda bitirdim ki öyle basıp da gitmedim. Her bölümü tekrar oynama imkanı veya daha zor seviyede oyunun tümünü bir kez daha bitirme özelliği bulunuyor lakin oyun bunu yapmak isteyeceğimiz kadar eğlenceli değil.