Kayıt olmanız sitemizde tam bir katılımcı olmanızı sağlayacaktır. Sitemizedeki beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, mesajlaşma sistemini kullanabilir ve daha fazlasını yapabilirsiniz.
Space Race ile hızını alıp Soğuk Savaş’ın en ihtişamlı zamanlarıyla devam eden 40 yıllık sürecin son dönemlerine tanık olacak kadar ihtiyar olanlarınızın da bildiği gibi, bizim çocukluğumuzdaki 2010’lu yılların tasviri bugünkünden biraz daha farklıydı ve öyle de olmalıydı. İnsanların her bölgesel çatışma riskinde “Kaçın, uranyum geliyor!” diye evlerinin camlarını mavi el işi kâğıtlarıyla kapladığı, sabahları içilen bir bardak çayın, yaklaşan nükleer felaketin habercisi sayıldığı dönemlerin, diğer deyişle 80’lerin bugün geriye bakınca bir daha asla gelmeyecek kadar güzel zamanlar olarak hatırlandığını, üstelik belki de son defa “hem eski, hem yeni” olabilen bir nesli yetiştirdiğini görmek garip.
Aslında Blood Dragon’un 1 Nisan şakası olması gerekiyordu, daha önceden Uplay’den sızdırılan materyallere rağmen Ubisoft, oyunun videosunu tam da bu tarihte yayınlayınca herkes sanıyorum içinden bir kez “Eh zaten ancak bu olabilirdi.” diye geçirmiştir. Lakin Ubisoft şaka yapmak yerine, Far Cry 3, bizim çocukluğumuzun neon ışıkları ve ucuz bilimkurgu tasvirleri ile dolu yakın gelecek konseptini (Oyun 2007 yılında geçiyor.) aynı potada eritmiş, çok da iyi yapmış.
Blood Dragon, her ne kadar Far Cry 3’ün sekiz saatlik ek içeriğe sahip, ana oyunu gerektirmeyen spin-off’u olarak piyasaya sürülmüş olsa da ana oyuna aralarda yapılan ve gülümseten göndermeler (Definiton of insanity?) dışında kendine özgü olmayı başarabilmiş bir yapım. Zaman zaman bu kadar ayrışmasına rağmen Far Cry 3 gibi kendini kanıtlamış bir yapımın ismi altında piyasaya sürülerek spot ışıklarını kendisine çekmeyi de garantiledi. Oyunun tamamen farklı renk paletine rağmen Far Cry 3 ile aynı grafik motorunda (Dunia 2) tasarlanmış olduğunu ve böyle de çok güzel gözüktüğünü belirtelim.
2007 demiştik, devam edelim. 80’lerin dandik bilimkurgu senaryolarının tam olarak tuttuğu, Iron Maiden’ın Somewhere in Time albüm kapağının ruhunu tam olarak yansıtan bir dönemdeyiz. A.B.D. ve S.S.C.B.’nin nükleer silahlarla amiral battı oynadığı, geriye savaşacak pek fazla %100 organik askerin kalmadığı, haliyle savaşın kendi nur topu gibi cyborg’larını yarattığı bir dönemde. Yönettiğimiz askerin adı Çavuş Rex “Power” Colt, tıpkı türünün diğer örnekleri gibi öldükten sonra kariyerine dönemin sanat eseri Mark IV Cyber Commando olarak devam etmiş ve kendi dosyasındaki tanımla “dondurulmuş meşrubattan daha soğuk” hatıralara sahip bir asker. Rex kendisi gibi cyborg savaşçılara sahip Omega Force’un peşinde aksiyondan aksiyona koşarken öyle diyaloglara tanık oldum ki joystick’i bırakıp gülmekten kendimi alamadım. Özellikle oyunun başındaki tutorial’ın her bir cümlesinde gülmekten kırılmanız işten değil.
Oyunun arcade ağırlıklı oynanışı elbette ki Far Cry 3’ün detaycı mükemmelliğinden farklı, ancak basit de olsa bir seviye atlama ve envanter sistemi hala oyunda mevcut. Buna göre temize havale ettiğiniz her bir cyborg’un üzerini arayarak elde ettiğiniz krediyi, silahlarınızı geliştirmekte kullanabiliyor, çatışmalardan ve tamamlanan görevlerden elde ettiğiniz tecrübe puanları sayesinde de atladığınız her seviyede sağlık barınızın büyümesi, hareket halinde ok atabilme kabiliyetinizin artması (Yerimde dururken bile ilk seferde isabet ettirmişliğim yok!) gibi açıkçası bazıları tamamen faydasız gözüken yetenekler kazanıyorsunuz. Bununla birlikte benim gibi konsolda oynanan FPS’leri asla tam anlamıyla sevememiş, elinin altında mouse olmadan rahat edemeyen birisinin bile kontrollerde hiç sıkıntı yaşamadığını da belirtmek isterim.
Ben açıkçası oyunu oynadığım her dakikadan keyif aldım, Far Cry 3’ün cennet mekânlarından sonra herkese çekici gelmeyecek yeni grafiklerinden tutun da kaliteli ve gülmekten kırıp geçiren diyaloglarına kadar. Blood Dragon’u herkesin beğeneceğini düşünmesem de özellikle oyunun her saniyesindeki göndermeleri yakalayabilenler için son derece keyifli bir içerik sunduğunu belirtmem gerek. Bizim nesil söz konusu olduğunda optimist olanlarımızın Back to the Future (O da artık ne kadar optimist bir düşünceyse...), pesimist olanlarımızınsa Terminator serilerini baz alarak 30’lu yaşlarını hayal ettiğini düşünürsek, genç arkadaşlarımızın önüne koyulan en kötü 30’lu yaş senaryosu su savaşları ve şarjı giderek daha çabuk biten akıllı telefonlar gibi gözükmekte şimdilik. Eh, bizlere sunulan 2010’lar bile içinde yaşadığımız şekilde gerçekleştiyse endişeye yer yok arkadaşlar.