Kayıt olmanız sitemizde tam bir katılımcı olmanızı sağlayacaktır. Sitemizedeki beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, mesajlaşma sistemini kullanabilir ve daha fazlasını yapabilirsiniz.
"Ne günlermiş, ne günlermiş... Sus pus olmuş, puslu bir İstanbul muydu yüzün, yoksa çok bildik hüzünler mi taşınmıştı yüzüne..." Şiirimi halkın arasında okuyordum ki karnıma bir kılıç darbesi, oraya yığıldım. Demek ki kalabalık arasında saklanırken, İstanbul’un manzarasına hayranlığımı, duygularımla ilan etmemeliymişim. Hele ki sevgilim İstanbul'da, ah Assassin's Creed: Revelations ah bana neleri hatırlattın bak..
“O zaman...” dedim, “Daha fazla aynı taktikle işi götüremeyeceğim, oturayım şu köşeye, biraz düşüneyim.” Bir gözüm yere, bir gözüm ileriye bakarken, kendi işinde gücünde adamlar, kadınlar, hayatlarındaki ufak rolleri yaşamak, gerçekleştirmek ve hayata bağlılıklarını belli etmek istercesine önümden geçiyorlardı. Her şey sanki iki boyutluydu. Tek bir çizgi üzerinde yürüyen, bazıları birbirinin kopyası, bir dolu insan. Yürüyorlar, konuşuyorlar, nefes alıyor... Alamıyor bazıları çünkü takım arkadaşım az önce önümde katledildi. Olsun, beni gören olmadığı sürece otururum...derken sen gel adam, beni çek ayaklarımdan, yere yapıştır, sonra da boğazımı bıçağınla kes. “İki dakika çayımızı yudumluyorduk...” demeye kalmadan, ölmüşüm.
İşte bu aşamada durumu çözdüm, iki taktiği birleştirmem gerektiğini anladım. Hem hareket edecektim, hem de dikkatli olacaktım. Asla kimseye güvenmemeliydim. Ben de karıştım kalabalığa, onlar nereye, ben oraya... “Takip ediliyorsun.” dediler, dinlemedim. Fısıltılar duydum, umursamadım. Şüphelileri ben görmedim, ben duymadım.
Ve sırtımdan son kez bıçaklandığımda, birkaç mısra sıraladım:
“Bir aşkı paylaşmak için çok geç, bir paylaşıma aşık olmak içinse erken... Beni sevda yerimden vurdu yine zaman... Şimdi sana söylenecek tek cümle: Bende sana yetecek kadar ben kalmadı...”
Alırım hazineni! Az önce bir multiplayer maçından çıktığım için biraz duygularım o yönde olabilir ama meraklanmayın, Asssassin’s Creed: Revelations (Bundan sonra ACR olarak geçebilir yazıda.) kesinlikle multiplayer kısmı ağır basan bir oyun değil. Multiplayer zevkli, orası ayrı konu...
Bildiğiniz üzere (Veya bilmeyenler için açıklıyor olduğum üzere...) Ezio’nun ve Altair’in hikayesine son kez tanık oluyoruz. Revelations, bir devrin sonu oluyor anlayacağınız.
Hikayemiz çok basit bir konu etrafında dönüyor ve bu, aynı zamanda oyunun da büyük eksikliklerinden bir tanesi. Ezio, Templar’ların da peşinde olduğu beş adete anahtarı bulmaya çalışıyor; çünkü Altair’in gizli kütüphanesinde çok güçlü, mistik ve dünyanın geleceğini değiştirebilecek bir “şey” olduğuna inanılıyor. Assassin’ler adına Ezio anahtarları arıyor, Templar’lar da hem onu durdurmaya çalışıyor, hem de bir yandan kendi arayışlarını sürdürüyorlar.
Konu bu kadar temel, bu kadar standart olduğu, herhangi bir politik kaygı içermediği, karakterleri bir kenara itip olayları müthiş bir biçimde basitleştirdiği için maalesef sizi şaşırtmıyor, heyecanlandırmıyor. Sanki basit bir RPG’deki herhangi bir görevdesiniz.
Şöyle de bir durum var ki oyun bir türlü başlamıyor arkadaşlar. Nasıl başlamıyor, sürekli birileri bize bir şeyler anlatıyor, bir şeyleri nasıl yapacağımızı gösteriyor, oyunun özelliklerini uzun bir süreçte, damlalıkla döküyor önümüze. Oyuna ilk defa adım atanlar için güzel bir anlatım süreci olabilir fakat ilk AC oyunundan beri buralarda olanlar, zeka seviyelerine yapılan hakaret gibi görebilir bu durumu.
Hikayedeki birkaç ufak heyecan öğesinin de yitip gitmesini önlemek adına, konuya dair daha fazla cümle kurmayacağım. Ezio kontrolümüzde, anahtarlar firarda. Bulan, kütüphaneyi açacak...
Bir daha söyle İlk AC oyunundan beri sürekli gelişen oyun, Revelations’da hiç de fena bir noktada değil. Fakat Brotherhood’dan ötede de değil. Al Brotherhood’un oynanışını, mekaniklerini, sar İstanbul’la, olsun sana Revelations.
Birkaç yenilik yapmış elbette Ubisoft ki bunları zaten oyun çıkmadan çok öncesinden biliyorduk. Ezio’nun damdan dama atlaması, duvarlara tırmanması, akrobatik hareketlerle metrelerce yüksekteki noktalara ulaşması, oyunun en meşhur konusuydu. Bu konsepti güçlendirmek adına, oyunun hemen başlarında, Assassin’lerin İstanbul sorumlusu Yusuf Tazim bize bir “hookblade” sağlıyor. Hookblade, aynen gizli bıçaklarımız gibi kollarımızın içinde duruyor ve gerektiğinde çıkararak kullanıyoruz. (Bıçaklarla dönüşümlü kullanılıyor.) Aslında biz bir şey yapmıyoruz, hookbla de kendi kendine çalışıyor.
Hookblade’in iki tane kullanım alanı var: İki nokta arasında gerili olan halatlardan kaymak ve tırmanırken, kendimizi daha yukarı, daha hızlı çekebilmek. Diyelim ki iki çatı arasında bir halat gerili. Bu halata doğru koşuyoruz, Ezio otomatik olarak halata hookblade’i takıyor ve diğer çatıda alıyoruz soluğu. Bunu yaparken aşağıda veya halatın ucunda bir düşman varsa onu da tek hamlede öldürme imkanımız oluyor.
Yükseklere tırmanırken de hookblade’in büyük faydasını görüyoruz; çünkü artık eskisi kadar yavaş tırmanmamıza gerek kalmıyor. Yine de oynanışı çok değiştiren bir gelişme değil bu.
Bir de bombalarımız var. Bir değil, onlarca... Bomba olayı bu oyunda “Pokemon” olarak kullanılmış. Nasıl ki farklı Pokemon’ları bulmak için yoğun araştırma yapmamız gerekiyor, burada da çeşit çeşit bomba üretmek için birçok farklı malzeme arıyoruz.
İstanbul’un her köşesine gizlenmiş, çeşit çeşit sandığın içinden birçok bomba malzemesi bulabiliyoruz. Bu bir yol. İkinci bir yol, öldürdüğümüz düşmanların üstlerini aramaktan geçiyor. Bir düşmanı mağlup ettikten sonra yere eğiliyor ve üstünü arıyoruz. (Bu işlem her zamanki gibi biraz süre alıyor; çevrede tehlike varsa yapmayın.) Para ve mühimmat dışında, artık birçok bomba malzemesi de bu askerlerden çıkabiliyor.
Bomba tarifl eri almak için ziyaret etmemiz gereken ilk isim, Piri Reis oluyor. Haritaların yanında bomba üretimiyle de ilgilenen Piri Reis’in çalışma odasında birçok bomba tarifi bulunuyor ve ondan çeşitli görevler alarak farklı ve ilginç bombalara ulaşabiliyoruz.
Bu kadar debelenip uğraşarak elde ettiğimiz bombalar, yarın bir yerimiz tırmalar... Çünkü işe yaramıyorlar ve değerli zamanımız geçip gidiyor. Bombaları gerçekten efektif olarak kullanabilen bir oyuncu çıksın karşıma, onunla tanışmak istiyorum. Oyunda zaten bir noktadan sonra saklanıp birilerini öldürmek bile sıkıntı yaratıyor, bir de o kadar bombayla stratejik hareketler yapmaya çalışmak iyiden iyiye oynanışın dışında kalıyor. Ezio’nun ne kadar güçlü bir karakter olduğunu unutmuş olmalı yapımcılar zira çok işe yarayacak gibi duran duman, dikkat dağıtan para ve şarapnel bombaları, maalesef Ezio’nun rüzgar gibi esen kombolarının yanında sadece savaşa biraz farklılık ge tirmek için oluşturulmuş, birkaç ufak yenilik olarak kalıyor. Bazı önemli durumlar ve birkaç özel durum dışında, bomba kısmını tamamıyla es geçip oyunu başından sonuna götürebilirsiniz, durumu öyle özetleyeyim.
İstanbul’u dinledim, gözlerim kapalı... Gelelim İstanbul’a... İstanbul fena olmamış arkadaşlar. Biraz fazla tekrar var, renk tonları biraz fazla aynı ve yapılar dönemi gereği biraz fazla güdük fakat genel olarak, Ubisoft şehri yaşatmayı başarmış. Şehrin her yerinde birileri var, birileri bir şeyler konuşuyor (Bkz. “Halka sorduk” kutusu.), birileri vaaz veriyor, birileri dinliyor... Sokaklarda dolaşmak bile kendi başına keyifl i lakin yükseklik problemi biraz asap bozucu. Sadece camilerin minarelerine çıkmak bizi yükseğe taşıyor ve onu hafıza parçacığı bulmak dışında niye yaparız, bilmiyorum.
Görevlerimizin İstanbul sokaklarında geçen kısmında, çatılarda bizi görmek istemeyen tüfekli yeniçeriler dışında, yerde pek fazla tehlike beklemiyor. Tabii ki Templar’ların alanında değilseniz... Şehrin bir kısmı Templar’ların kontrolünde, bir kısmı da Templar’ların etkisi altında. Borgia Towers konseptini hatırlar mısınız? İşte ondan hiçbir farkı yok durumun.
Yeni oyunda, Templar’s Den ve Assassin’s Den adında iki olay var. Assassin’s Den, bizim sahip olduğumuz Assassin üsleri. Templar’s Den de düşmanlara ait olan üsler. Templar’ların bölgelerini ele geçirmek için yine Templar Captain’ı buluyoruz ve onu öldürüp kuledeki ateşi yaktıktan sonra bölge bizim oluyor. Bu sayede çevredeki Templar tehlikesi azaldığı gibi, Templar’ların etkisi altında kalıp bir türlü açılamayan dükkanları da satın alma hakkımız oluyor.
Assassin’lerin sahip olduğu üsler konusunda da büyük bir yenilik var zira burada da farklı bir mini oyun devreye giriyor. Şimdi bu konu biraz kapsamlı, o yüzden çayınızı, kahvenizi alın, öyle anlatacağım.
Görevleri yaparken olsun, çevrede dolaşırken zararsız hareketler yaparken olsun, Templar’ların dikkatini çekmeye başlıyoruz ki bu da ekranın sol üst kısmındaki bir göstergeyle bize belli ediliyor. Fazla dikkat çektiğimizde Templar’lar, üssümüze doğru saldırıya geçiyorlar. Eğer bunu önleyemezsek (Önlemenin yolunu anlatacağım.), bir çeşit “tower defense” oyununa geçiyoruz.
Burada Ezio dövüşmüyor, sadece komut veriyor. Elinin altındaki Assassin’leri çatılara yerleştirerek dalga dalga gelen Templar’ları savuşturmaya çalışıyor.
Bir çatının askerlerin kullanımına açılması için oraya bir Assassin lideri yerleştirmeniz gerekiyor. Ardından elinizin altındaki askerleri, moral puanınıza göre çatıya yerleştirebiliyorsunuz. Bir çatıya yerleştirebileceğiniz asker miktarını, çatının büyüklüğü belirliyor. Bu çatının hemen karşısındaki çatıya da aynı düzeneği kurarsanız, işe yarar bir savunma hattı kurmuşsunuz demektir.
Tabii ki sadece çatıları değil, yolu da engellerle doldurabiliyorsunuz. Barikatlar kurmak, topçu ateşiyle düşmanları savuşturmak elinizde.
Akıllıca oynadığınız sürece, Assassin’s Den görevlerinde başarısız olma olasılığınız düşük. Ne var ki bu bölümleri hiç oynamak istemeyebilirsiniz de. O zaman yapabileceğiniz iki şey var: Oyunu kapamak veya Bora Bora adalarına taşınıp bilgisayarsız bir hayat sürmek.
Değil değil, tamam. İstanbul sokaklarında dolaşırken, bazı adamların bağıra çağıra halka bir şeyler anlattığını göreceksiniz. “Herald”lar sadece halkı gaza getirmeye uğraşmıyor, aynı zamanda sizden rüşvet alarak Templar’ların farkındalığının azalmasını da sağlıyor. Bu yetmez ve Templar’lar üssünüze doğru harekete geçerse yüksek bir noktaya çıkıp nereden geldiklerini anlamaya çalışın. Eagle Eye yeteneğinizi kullanın ve kararlılıkla ilerleyen üç tane adam görürseniz, anlayın ki onları durdurmalısınız. (Zaten üstlerinde bir göz işareti çıkıyor.) Onları öldürmeyi başarırsanız, Templar’ların farkındalığı bir anda sıfırlanıyor ve bir süre rahat ediyorsunuz.
20 dakika Yeni silahlar, yeni kıyafetler, hazine haritaları, kitaplar, vezneler... Bunlardan sadece birer tane var koca İstanbul’da. Geriye kalan, her tipten 14 tane dükkanı sizin satın alıp açmanız gerekiyor. Bunun için de para lazım...
Para kazanmanın en basit yolu, bolca görev yapmak. Milletin cebini karıştırıp para yürütmek veya ölen düşmanların üstünü başını aramak işe yaramıyor. Yeterince paranız olduktan sonra da hemen dükkan satın almaya bakmalısınız. Bu hem sizin alışveriş yapmanıza olanak tanıyor, hem de bankaya yatan paranızın artmasını sağlıyor. Her 20 dakikada bir bankaya yüklüce bir miktar para yatıyor. Eğer paranızı zamanında çekmezseniz ve bankanın alabileceği sınırı geçerse paranız yanıyor. Parayı çektikten sonra da ya ekipman almalısınız ya da yeni dükkanlar. (Cebinizde parayla dolaşmanın hiçbir anlamı yok.) Yeterince paranız olduğunda da ünlü yapıları satın alabiliyorsunuz. (Örneğin Galata Kulesi.)
Bu oyunda hikayeyi takip etmenin yanında tonla farklı iş yapıyoruz. Bir anlamda oyunun monotonluğu kırılıyor, değil mi? Aslında hayır. Batman: Arkham City’yi oynadıysanız, sadece hikayeyi takip etmenin ve bulunduğumuz ortama uygun, Batman’in dünyasının parçaları olan yan görevleri yapmanın ne kadar tatmin edici olduğunu bilirsiniz. Burasıysa maşallah, Perşembe Pazarı gibi! Dükkan mı satın alayım, üssümü mü koruyayım, Desmond olup Animus’un içinde bir tura mı çıkayım, Assassin’lerimin seviyesini mi yükseltmeye çalışayım, yoksa onları Avrupa’nın dört bir yanına, göreve mi yollayayım... Yetmezse Altair’i kontrol edelim? İster misiniz? Üstelik hiç yaratıcı olmayan, Altair’i kontrol ettiğimizi hissetmediğimiz, birkaç sıkıcı görevde! İnsanın kafası dağılıyor, ne yaptığınızı unutuyorsunuz. Bir oyunun bu kadar çok parçaya bölünmüş olması -üstelik sağlam bir hikaye ve atmosfere sahipken- beni ziyadesiyle rahatsız etti. Kendimi evimde hissettiğim tek yer de zindanlar oldu ilginç bir şekilde. Çünkü bu bölümlerde hiçbir yan etken sizi yolunuzdan saptırmıyor. Batman’in, “gizli kalınması gereken” bölümlerini andıran zindanlarda, gölgelerde ve yüksekte kalmak, düşmanları hiç uyandırmamak ve hedefe yönelik hareket etmek esas. Dolayısıyla oyun nasıl olmalıysa öyle oluyor ve gerçek Assassin’s Creed nasıl olmalı, bunu görmüş oluyorsunuz.
Bayrağımı verir misin lütfen? Bu incelemede uzunca multiplayer kısmını anlatmayı hedeflemiştim lakin Ubisoft beni ters köşeye yatırdı; sadece birkaç farklı mod ve özellik ekleyerek tüm multiplayer heyecanını Brotherhood ile aynı tutmayı başardı.
Daha önce Assassin’s Creed’in multiplayer kısmına hiç uğramayanlara gelsin: Böyle bir multiplayer oyun, hiçbir yerde görmediniz. Oyunun temasının multiplayer’a yedirildiği modların tümünde bir kedi - fare oyunu oynanıyor. Bir taraf kaçıyor, diğer taraf yakalıyor. Bazen herkes kaçıp herkes yakalamaya çalışıyor ve gizlilik, her zaman esas oluyor.
Özetle düşünün ki seçtiğiniz karakter, kostümüyle birlikte oyundaki haritalarda zaten yer alıyor. Yani karakterinizin aynısından, bilgisayar kontrolünde olan bir dolu var. Bunlar İstanbul halkı ve sizin, oyuncu olduğunuz belli olmasın diye hayatlarını sürdürüyorlar. Şimdi bunların arasında yedi tane de rakip oyuncu ekleyin. Onlar da halktakilerin kostümünde ve sizin gibi bir şeylerin peşindeler. Bu sizin kelleniz de olabiliyor, üssünüzdeki bayrak da, bir hazine sandığı da.
Tüm oyun modlarında geçerli olacak şekilde, temel olarak çevrenizdeki insanlar gibi davranmanız gerekiyor. Eğer rakip takımın peşinizde olduğu bir oyun tipindeyseniz, deli gibi koşturmak, bir yerlere tırmanmak otomatik olarak sizin bir oyuncu olduğunuzun anlaşılmasına yol açıyor. Buna karşın, sadece yürürseniz, bir yerlerde oturup beklerseniz, bir grubun yanına ilişip onlardan birisiymişsiniz gibi davranırsanız, çok daha az dikkat çekiyorsunuz.
Tabii ki oyun tipine göre bu kadar sakin davranmamanız gereken yerler de oluyor ve bunlardan bir tanesi, oyundaki yeni oyun tipi olan Steal the Artifact. Mod yeni fakat arkasındaki düşünce bayağı eski çünkü bu mod aslında Capture the Flag’den başka bir şey değil. İki taraf da birbirinin üssündeki bayrağı kapıp kendi bölgesine getirmeye çalışıyor. Rakip takım sizin alanınıza girdiğinde öldürülebilir oluyor fakat onlar sizi öldüremiyor, ancak hızlı davranırlarsa bir süre hareketsiz kalmanızı sağlıyorlar. (Aynısı siz karşı tarafa geçtiğinizde de oluyor haliyle.)
Multiplayer maçların çoğunda bir pusula, size rakibinizin yönünü ve ona ne kadar yaklaştığınızı gösteriyor. Yeni eklenen Deathmatch modundaysa bu pusula yok oluyor, sadece öldürmeyi hedefl ediğiniz düşmanınızın sağ üst köşedeki resmi, eğer onu görebileceğiniz bir yerdeyse parlıyor. Pusulanın işleri aşırı kolaylaştırdığını düşünürseniz, bu modda bahsettiğim konulara ne kadar dikkat edilmesi gerektiği de ortaya çıkıyor. (Yani “farklı” davranışlar gösterenlerden şüphelenin.) Diyeceksiniz ki, “Çevredeki herkesi katlederek sonuca ulaşırım; yapay zeka falan dinlemem.” İşte oyun sizi öyle bir durumda cezalandırıyor ve hedefinizi yakalama şansınızı elinizden alıyor, mecburen başka bir hedefe geçiyorsunuz.
Multiplayer maçlarda karşı tarafın oyun tarzını tanımaktan veya seçtiğiniz perk’lerden, silahlardan öte haritayı tanımak önemli. Diyelim ki Manhunt oynuyoruz. Bir takım kovalıyor, diğer takım kaçabildiği sürece hayatta kalabildiği her saniye, dakika için puan kazanıyor. Eğer haritayı tanımıyorsanız, kaçan taraf olarak nereye gideceğinizi bilemiyor ve fark edildiğiniz anda kaçılabilecek noktaları atlıyor ve sırtınızdan bıçağı yiyorsunuz. Oysa ki en yakın bankın yerini bilseniz, en yakın çiçeklik nerede, hafızanızda olsa izinizi daha kolay kaybettirebilirsiniz.
Favorilerimden olan “sandığı kap, tutabildiğin kadar tut” modunda, sandığı kapıyorsunuz ve herkese de gözüküyorsunuz. Burada tabana kuvvet, haritada sürekli kaçmalısınız. Hız, çok önemli. Eğer haritadaki tüm binaları bilirseniz, nereden nereye atlayacağınızı kestirirseniz, eşiği geçtikten sonra arkanızdan kapanan kapıların nerede konumlandığını tahmin edebilirseniz, o sandığı da sizden kolay kolay alamazlar.
Genel itibariyle oyunun multiplayer kısmı, ünlü FPS’lerden veya strateji oyunlarından oyuncu çalamaz ama maçların sıkıcı geçtiğini de kimse söyleyemez. Multiplayer uzun soluklu bir oyun keyfi sunmuyor, bunu da aklınızda bulundurun. Ancak zaman zaman sadece bir - iki maç yapmak için uğrayacağınız bir seviyede...
Bir başka bahar İsminden en çok bahsedilen ama içeriği o kadar da bahsedilmeye değmeyecek bir oyun ACR. (Bu kısaltmayı ilk defa mı kullandım? Yazının sonunda!) Kötü değil, iyi de değil. Ortalama bir oyun. Fakat o kadar çok adı geçiyor, o kadar çok reklamı yapılıyor, her yerde o kadar fazla Ezio ve Altair görüyoruz ki bu oyuna “ortalama” derken bana bile garip geliyor. Uncharted’lar, Batman’ler, Gears of War’lar kol gezerken ve hepsi çok sağlam noktalardayken, AC isminin de büyük yenilikler yapması gerekirdi bana sorarsanız.