Ölüm ne kadar sıkıntılı bir konu olsa da oyunlarda bile olayımız eninde sonunda o ya, haliyle biraz can sıkıyor. Bilinmezlik belki; belki biraz da burayı sevdiğimizden pek düşünmek istemiyoruz. Yani ben ölmekten korkmuyorum mesela; nasıl olsa ne zaman, nasıl olacağını asla bilemiyoruz ama elimizde güzel bir şey var; burada olmak ve ne olursa olsun; mutluluk, sevinç, umut dolu olmak gibi güzel duygular, herhangi bir şeye takas edebileceğim hisler değiller. Hayat çok güzel be, sabahları beni ciyak ciyak bağırarak uyandıran kargaları da çok seviyorum, yağmurdan sonraki gökkuşağını da.
Ayın en güzel sürprizi
Bunları niye dedim, muhteşem güzel iki insan bu konuyu ele almak için oyun yapmaya karar vermiş; günümüz oyun dünyasının neredeyse hyper casual ile nabzının tutulduğu, yatırımların mobile kaydığı dünyada AAA kalitede bağımsız oyun yapmak gerçekten gönül işi. Eskiden fonlama beklemek, yatırımcı aramak, topluluk kanalları yapıp oyun duyurmak bugüne göre çok meşakkatli işti, keza Kickstarter süreci de hayli çetin. Ben bu oyunu pandeminin ortasında, E3’ün yayınladığı videoda görmüştüm. Bana thatgamecompany günlerini, Bastion’ın geçmişini hatırlattı direkt. Tür olarak ise soulslike gibin, izometrik kameradan oynanan, aksiyon RPG ögeleri bol bir oyun. Oynarken bazen Hades’ler, bazen Zelda’lar geldi gitti gözümün önünde. Acid Nerve’ün Death’s Door’u ay sonuna doğru PC ve Xbox için yayınlandı. Tekrar diyorum; iki kişilik bir stüdyo geliştirdi bu oyunu; yayınlanmasında Devolver Digital’ın imzası var.
Müziğine daha önce Monster Train’in müziklerini yapmış Jordan Chin el atmış; Assassin’s Creed’in Jesper Kyd’i ve Bastion’ın Darren Korb’u kadar çok sevebilirsiniz kendisini. Tabii önce ne yapmak lazım? Haydi oyuna başlayalım. Sabahları otobüsle işine giden bir kargayız arkadaşlar. Kahramanımız da bizim gibi işine gidiyor ama bizim 9-6 işimiz gibi değil, belli ki kargalar Azrail görevine tabi tutulmuş ve bizimkisi de bildiğin çaylak. Çaylak maylak ama karizma süper bu arada, karakter aşırı tatlı tasarlanmış, yürüyüşü falan çok komik. Tüm çaylaklığıyla ruh alma işini yürütmeye çalışıyor ve kendisi de bu diyarlarda gezerken ölümlü, oyun boyunca kaç kere ölecek, bir bilseniz...
Zor ve sürprizlerle dolu
Kahramanımızın oyunun başında kendisinden büyük canavarlarla mücadele etmesi gerekiyor ve soulslike oyunlarında deneyimli bir oyuncuysanız, öğrendikleriniz çok işinize yarayacak. Mesela ilk boss’u ele alalım, diyelim ki en az 3-4 kere denediniz ve boss’un hareketlerini ezberleyerek bir şekilde başa çıkabildiniz. Yok çıkamıyorsanız 3-4 kere daha ölün, taktikleri artık öğrenmişsinizdir ve boss’u alt edebilirsiniz. Boss’lar ile o kadar vakit geçiriyorsunuz ki artık hepsinin tipini ve hangi ataktan sonra ne geleceğini şu an bile hatırlıyorum. Karşımıza çıkan düşmanlar ise çok çeşitli; yuvarlanarak gelenler var, uçanlar var; karakterler üzerine çok detaylı düşünülmüş. Tencere kafa kişisel favorim oldu. Savaşlara gelince, zaten savaşmak için seçeneğimiz çok değil; yakın dövüş, ulti ve menzilli saldırı için de ok atıyoruz.
Bir de yerde yuvarlanarak melee/dash var. Oyun boyunca birkaç silah bulacaksınız ama maalesef sayıları bir elinizin parmakları kadar, daha fazla değil. Alışması kolay, ustalaşması fevkalade zor. Bunun dışında canımızı doldurma, bu hayat veren çiçeği saksıya ekme, boss kestikçe kazandığımız çeşitli silahlar da oluyor ama savaş taktikleri pek değişmiyor. Zaten savaşma yeteneklerinden ziyade savaşılan karakterler ve hikaye üzerine kurulu oyun, savaşma seçeneklerinin daha detaylı olmasına hiç gerek yok.
İlk beklentimizin aksine roguelike’tan ziyade soulslike özellikleri taşıyan oyun başlardan itibaren bizi zorluyor. Bölüm sonu canavarları için taktik geliştirmek durumundasınız; ilk karşılaşma genelde sevimli kargamızın göreve ilk başladığı yere geri dönmesiyle sonuçlanıyor. Geri dönmek de öyle böyle kolay değil, checkpoint noktaları yok, harita zaten yok. Türü sevenler bence çok eğlenmişlerdir. Eskisi kadar zora gelemeyen biri olarak, 10 yıl önce bunu çok sevebilirdim. Teleport olayı daha güçlü olabilirdi, o zaman da zaten kısa olan (8-9 saat) oynanış süresi daha da düşerdi gerçi. Oyunda ilginç de bir sağlık sistemi bulunmakta. Alıştığımız sağlık kitleri, çeşmeler yerine haritada bulduğunuz tohumları saksıya ekiyor ve kullanarak tam sağlığa kavuşuyorsunuz ancak her hayat döngüsü için sadece bir defa.
Bizimkisi sallana sallana kılıcıyla yürüyor, beş kerede boss’u alamıyorsunuz ve bir o kadar da haritası olmayan mekanları en baştan geziyorsunuz. Civarda keşfedilecek o kadar çok gizem var ki, bazılarını çözerken puzzle çözüyormuş gibi hissedebilirsiniz, bazıları da yetenek istiyor. Kısacası yolunuzu bir şekilde buluyorsunuz. Death’s Door’u sevmemek pek mümkün değil bence, backtracking olayı belki bunaltabilir ama oyunun detaylarında kaybolurken, o köprü senin bu dağ benim gezerken buna pek de takılmıyorsunuz. Sade ama etkileyici bölüm tasarımları, başyapıt soundtrack’i derken tek derdiniz o boss’u bir anca kesip bir sonraki bölümün merakıyla oyuna devam ediyorsunuz. Bu yılın dikkat çeken indie oyunları listesine girecek bence. Indie’leri özlediyseniz mutlaka edinin. Nintendo Switch ve PlayStation’a da çok güzel gidermiş bu arada, kim bilir belki ilerleyen dönemde görürüz.
Oyunu indirmek için:
Death’s Door PC Full İndir