Matrix serisini zamanında sinemada izleme şerefine nail olanlar hatırlayacaklardır; Matrix filmleriyle aynı döneme denk gelen Max Payne’i görenler, "Anaaa şuna bak! Tıpkı Matrix’teki gibi mermileri yavaşlatıp uçarak ateş ediyor…” gibisinden tepki veriyorlardı ama Max Payne, "Matrix efektlerine sahip bir oyun”dan çok daha fazlasıydı. İlk Matrix filmiyle başlayan "kurşunu takip eden kamera” ve karakterin etrafında 360 derece dönebilen görüntü tekniklerinin beyazperdeden oyunlara sıçraması ilk olarak Max Payne ile vuku buldu. O dönem Matrix’e özenen bir sürü film piyasaya çıkmıştı. Equilibrium da bence bunlardan bir tanesiydi. Max Payne’de ilk başta Matrix efektlerini kullanarak oyuncuların dikkatini çekip bir yerlere gelmeye çalışan ucuz bir yapım olarak yaklaşanlar, Max’in iç acıtan, boğazları düğümleyen hikayesine tanıklık edince fikirlerini değiştirdiler. Max Payne’in ayağı yere sağlam basan bir karakter olması ve Bullet Time adı verilen zamanı yavaşlatarak kurşunların hareketlerini gösteren efekti sayesinde keşfedilmesi uzun sürmedi. Oyunlarda böylesi bir tekniği ilk uygulayan olmak her zaman büyük avantajdır. İlk Max Payne yapımcıları gerçekten büyük ölçüde Matrix filmlerinden esinlenmiş olabilirler ama bunu öylesine güzel kullandılar ki Matrix’in kendi Path of Neo oyunu bile Max Payne’nin tırnağı olamadı. Bu biraz Ciguli benzerlerinin yarıştığı yarışmada Ciguli’nin üçüncü olmasına benziyor… Ayrıca bugün kimse Matrix üçlemesi diye bir şeyden söz etmiyor ama Max Payne üçlemesi daha adından uzun süre bahsettirecek gibi görünüyor…
Remedy Entertainment imzalı ilk Max Payne, 2001 yılında piyasaya çıktığında oynanış tekniği, trajik senaryosu ve genel konsepti ile oyun endüstrisinde fırtınalar estirmeyi başardı. Dedik ya Max Payne’i özel kılan tek şey Matrix efektini oyun sektöründe ilk uygulayan olması değil diye... Kuşkusuz ki idealist bir polis olarak görevini idame eden Max’in dramatik hikayesi ve hikayenin anlatılış biçimi de Max Payne’in başarıya ulaşmasında büyük rol oynadı. Bilmeyenler için bir kez daha buradan söyleyelim: Max Payne, karısı Michelle’i ve kızı Rose’u kötü adamlarla trajik bir hesaplaşma sonucu kurban vermişti, akabinde de kendini içkiye verdi... İlk oyunun başarısından sonra ikinci oyun fazla gecikmedi. İkinci oyunda Max’ın arkasını kollayan sarışın Mona Sax’ı hatırlıyorsunuz, değil mi? Max Payne 3’te de Mona Sax’ı görmek isteyenler el kaldırsınlar. El kaldıranlar ya Max Payne 2’yi oynamadı ya da bayağı balık hafızalılar. Mona Sax, 2.oyunda ölüyordu diyorum ve bu zamana kadar Max Payne 2’yi oynamamış olanları spoiler vererek bir nevi aforoz ediyorum.
Zengin ve boş bir hayat!
Max Payne 3’te bizi Quentin Tarantino filmleri tadında bir öykü ve anlatım tarzı bekliyor. Bu kez senaryo modunda birbirine paralel ilerleyen iki ana hikaye var. Ana hikayelerin birinde tesadüf eseri bir barda karşılaştığı eski dostu Passos tarafından New York’tan Sao Paulo’ya gidip yeni bir iş ve yeni bir hayat kurma konusunda ikna edilen Max, zengin emlak kralı Rodrigo Branco’yu ve güzel eşi Fabiana’yı korumakla yükümlüdür. Kendi karısını ve kısını korumakta başarısız olduğu için hayata küsen Max için bu iş yeniden hayata tutunma fırsatı gibi görünse de işler pek beklendiği gibi gitmez ve Fabiana kötü adamlar tarafından kaçırılır. Diğer ana hikayedeyse bir bar kavgasında Max’ın üzerine fazla gelen bir mafya babasının genç ve züppe oğlu öldürüldüğü için mafyanın Max’ten intikam alma meselesi var. Bir yandan Sao Paulo’nun tropik ikliminde, zengin ile fakirin keskin çizgilerle ayrıldığı bir coğrafyada, para karşılığı özel güvenlik görevlisi konumundayız. Diğer yanda New York’un karlar altındaki dondurucu soğuğunda, mafyanın zoruyla kendi mezarımızı kendi ellerimizle kazıyoruz... Ana hikayeler dışında Max’in ve Passos’un bir gemiyle Panama Kanalı’na gidip omuz omuza mücadele verdikleri destekleyici hikayeler de Max Payne 3^te yer alıyor. Tarantino stilinde bir bölüm ileriden, bir bölüm geriden anlatılan hikayeler bir süre sonra birleşip bir bütün oluşturmaya başlıyor. Yer yer "Ben bu pislik çukurunda ölürsem korumam gereken kıza ne olur?” diye düşünen Max kendi kendini motive ediyor. Ayrıca Max’ye Fabiana’nın kaçırılması ile ilgili ciddi bir suçluluk duygusu var. Max, bu kaçırılma olayında fazla alkol aldığı için kendisini suçlu hissediyor. Canını dişine takarak hem Rodrigo Branco’yu, hemde güzel eşi Fabiana’yı korumaya çalışıyor. Yedinci bölümde Fabiana’nın akıbetini öğreniyorsunuz ama benden öğrenmeyeceksiniz.
Max, fevelalarda geçirdiği süre zarfında buradaki fakir fukaranın güvenlik güçleri tarafından ne kadar çok öldürüldüğünü görünce şaşırıyor ve Marcelo’nun ve Giovanna’nın peşinden giderken hasbelkader burada güvenlik güçlerinin bir nevi insan ticareti yaptıklarına tanıklık ediyor. İşte bu olay Max’in taraf değiştirmesine ve eve dönmek yerine burada kalmasına neden oluyor. Bu olayı biraz Tom Cruise’un baş rolünü oynadığı Son Samuray filmindeki gibi düşünebilirsiniz. Hatırlarsınız o filmde Tom Cruise, uzun zaman samurayların arasında yaşadıktan sonra kendisi de samuraya dönüşüp, mertçe dövüşmeyen İngilizlere karşı mücadele vermişti. Benzer şekilde Max Payne de Fabiana’yı bulmak için fevelalardaki fakir halkın yanında uzun zaman geçirip onların yaşam stilini gözlemledikten sonra, onlara sürekli savaş açan silahlı güçlerin aslında ne mal olduklarını idrak etmeye başlıyor. Fakir diye aşağılanan, hor görülen ve tam anlamıyla kötüye kullanılan insanların mı, yoksa adalet sağlamakla görevli olan polislerin mi haklı olduğuna Max kendi karar veriyor. Oyunda öyle bir an geliyor ki Max kendini bu fakir insanlar için kodese tıktırıp onlarla birlikte polise karşı mücadele veriyor. New Jersey’den 5.000 mil uzakta, kendine ait olmayan bir pisliği temizlemeye çalışıyor ve bunu ne için yaptığını kendisi de bilmiyor. UFE güvenlik güçleri, atıl durumda olan kocaman bir otel kompleksinde doktorlarla beraber çalışıp karanlık işler çeviriyorlar. Biraz Hostel filmindeki ambiyansı andıran ortamda fakir insanlara akıl almaz şeyler yapılıyor. UFE bir polis gücü olmaktan çıkıp adeta bir orduya dönüşmüş durumda ve Sao Paulo’nun varoşlarına girip tam anlamıyla terör estiriyor.
Toparlamak gerekirse Max Payne 3’ü sevmeyecek bir oyuncu olacağını ben pek düşünmüyorum.
Bullet Time, Max Payne 3’te oynanışın çekirdeğini oluşturuyor. Max’in hareketleri şimdiye kadar görülmemiş doğallıkta. Düşmanlarınız vurulunda o kadar doğal tepki veriyor ki misal yüzünden vurulduysa iki elini de yüzüne götürüp geriye doğru sendeleyerek sırt üstü yere düşebiliyor. Sadece Max’in değil, düşmanların da yüz mimikleri inanılmaz. Oyun genelinde doyurucu bir vuruş hissi var. Kurşunları havadan uçarken görebiliyor, onlardan kaçabiliyorsunuz. Etrafınızda neler olup bittiğinin farkında olmanız gerekiyor. Max Payne 3’ü standart bir TPS olarak değerlendirmek, oyuna büyük bir hakaret olur diyor ve "Bu oyunu indirmezseniz tez zamanda kelleniz vurula!” diyerek yazıma son noktayı koyuyorum. Aşağıdaki linkten indirebilirsiniz.