Kayıt olmanız sitemizde tam bir katılımcı olmanızı sağlayacaktır. Sitemizedeki beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, mesajlaşma sistemini kullanabilir ve daha fazlasını yapabilirsiniz.
Belki de en çok sorgulanan konulardan birisidir uzaylıların varlıkları. Daha doğrusu “uzaylılara inanmak” diye bir tabir var genel geçer dünya felsefesinde. Fakat onlar uzun zamandır var olduklarını bence kanıtladılar. Yıllardır aramızda yaşayıp yaşamadıkları hakkındaysa hiçbir fikrim yok gerçekten, ne yalan söyleyeyim. Beni şimdilik tek ilgilendiren şey bu güzide oyuna birçok insandan önce erişebilmiş olmak. Bir süre önce piyasaya çıkan XCOM: Enemy Unknown beni zaten heyecanlandırmaya yetmişti. Kendisini halen oynamaktayım ve vakit ayırıp Iron Man modunda istediğim gibi bitirmeden de başından kalkmayı düşünmüyorum. Tabii ki özellikle yeni nesil için UFO ya da XCOM oyunları direkt olarak sıra tabanlı strateji anlamına geliyor ama The Bureau: XCOM Declassified, bilinen yapımlardan çok daha farklı zira kendisi üçüncü şahıs kamera açısına sahip olduğu gibi, aynı zamanda taktiksel bir modu da içerisinde barındırıyor. Bu konuyu birazdan ziyadesiyle irdeleyeceğim ama önce The Bureau neymiş, birazcık ona bakmakta fayda var.
Oyun esasen XCOM serisine eklenmek üzere hazırlıklarına başlanmış bir projeydi. 2006 yılından beri üzerinde çalışılan yapım, 2010 yılında 2K Games’e bağlı olan 2K Marin tarafından alınan radikal bir kararla türünü değiştirme kararı aldı. Haziran ayındaki bu kararın ardındansa yapım düzenli olarak ertelendi ve Nisan 2013’te yeniden adlandırılarak “The Bureau: XCOM Declassified” ismini aldı.
Olaylar, konu UFO olunca her zaman ki gibi A.B.D.’de vuku buluyor. Tarih olarak 1962 yılını seçen yapımcı ekip, Soğuk Savaş dönemini hedef alarak aslında harika bir iş yapmış. Özellikle dönemin kıyafetleri ve tarzı ile dünya dışı varlıklara karşı gelmek gerçekten mükemmel bir hava katmış oyuna. Başroldeki kahramanımız FBI’dan Ajan William Carter ve oyuna kendisiyle başlıyoruz. Carter’dan istenen çok gizli bir obje söz konusu ve o da çanta içerisindeki objeyi yerine teslim etmek istiyor. Oyunun henüz başında odamıza giren rütbeli bir kadın tarafından alınmaya gelen obje Carter’ı endişelendiriyor ve bu karambolde omzundan vuruluyor. Ortaya çıkan arbede esnasında bir an boğulduğunu düşündüğüm Carter, sonradan gözlerini açıyor ve oyun başlıyor. İçerisinde bulunduğumuz bina saldırı altında ve ilk görev buradan çıkmak; her tarafımız cesetlerle çevrili ve çok açık bir şekilde çağın çok ilerisinde silahlarla yok edilmek isteniyoruz. Olaylar birazcık daha geliştikten sonra neyin, ne olduğunu anlamaya başlıyor ve sonunda bir tren vasıtasıyla ölüme ramak kala kendimizi kurtarıyoruz. Artık daha önce hiç görmediğimiz, FBI’ın kendi adamlarından bile gizlediği başka bir üsteyiz.
Üs, Enemy Unknown’dakine nispeten benzerlik gösteriyor ama malum, oyun bir “shooter” olduğu için gitmek istediğimiz yere koşturmamız gerekiyor. Üs içerisinde bulunan Agent Roster aracılığıyla kendimize bir ekip kurabiliyoruz. Test süresinde en fazla üç kişilik bir ekip kurabiliyordum ama oyun piyasaya çıktığı zaman bu rakamda bir artış gözükebilir. İlk görevi daha çok tek başımıza yapıyoruz ama sonrasında gelen görevler hep üç kişiyle devam ediyor. Agent Roster kısmında hazırda olan beş karakter mevcut ama dilersek biz de karakter yaratabiliyoruz. Karakterlerimizi Overview, Equipment, Abilities, Perks ve Customize başlıkları altında inceleyebiliyoruz ki yine Enemy Unknown’dan tanıdığımız bir yapı bu. Kendimize bir karakter yaratmak istediğimizde her şeyi çok daha detaylı görebiliyoruz ve birisini rastgele takımımıza almadan önce neyin, ne olduğunu anlamak için fazlasıyla önem arz ediyor bu durum.
The Bureau’da Recon, Support, Engineer ve Commando olmak üzere dört farklı sınıf bulunmakta. Seçtiğimiz sınıfa göre farklı alt sınıflara gidebiliyoruz ve sonrasında seçtiğimiz sınıfla alakalı silahları karakterimize ekliyor, son olarak kendisinin görünüşünü değiştiriyor, yaratımı tamamlayabiliyoruz. Gördüğüm kadarıyla alt sınıflar büyük rol oynuyor The Bureau’da ama ne olursa olsun, Commando olmadan ne kadar ileri gidilebilir, çok emin olamadım. Tabii ki herkesin kendisine ait özellikleri bulunuyor ki bu özellikler oyunu derinden etkiliyor. Toplamda 10 adet seviye mevcut ve sadece tek bir seviye atlamak bile büyük değişimlere yol açıyor. Misal, ana karakterimiz Carter, başlangıçta tüm partinin yaşam puanını dolduran Heal yeteneğine sahip. İkinci seviyeye geçtiği zaman alabildiği Lift yeteneği, hedeflenen düşmanı bir süreliğine bulunduğu yerden havaya kaldırıyor, düşmanın tüm savunmasını sıfıra indiriyor ve yetmezmiş gibi saldırmasını engelliyor. Commando olmazsa olmaz bir sınıf, evet ama partiyi ayakta tutacak bir Recon olmadan da çok uzağa gidilmiyor. Rakiplerimiz çok iyi nişan alıyor ve cover’ları harika kullanıyorlar. Yazımın girişinde belirttiğim üzere oyun taktiksel shooter türünde. Haritalar fazlasıyla Gears of War’ı hatırlatıyor, her yer arkasına saklanabilecek, birisinden diğerine atlanabilecek objelerle dolu. Sistemse “Space” tuşuyla çalışıyor. Tuşa bastığımız anda oyunu tamamen yavaşlatan menü aracılığıyla tüm birimlerimize emir verebiliyoruz. En güzel detaysa koşma emrini uzaktan bakarak değil de harita üzerinden, karakterimizin gerçekten gitmesini istediğimiz yere kadar kamerayla gidip sonra tam olarak ne tarafa doğru siper almasını seçebilmemiz. Bu sayede hem biz yapay zekâdan ne istediğimizi net bir şekilde dile getirebiliyoruz, hem de NPC’lerin saçmalaması bir anlamda imkânsız hale geliyor. Bu arada yapay zekâ gerçekten emirleri doğru uyguluyor. Tek sorun, savaş bir noktadan başka tarafa taşındığı zaman kendi kendilerine bu bölgeye ulaşmaya çalışıyor olmaları. Bu işlem esnasında fazlasıyla açıkta kalıyor ve tüm stratejiyi yok ediyorlar. Sağlık puanı biten birim bir süreliğine yerde kalıyor. Eğer hemen yanına gidebilirsek, kendisini kaldırabiliyoruz ama öldüğü anda bir daha kullanılamaz hale geliyor. Hele bir de seviye atlamış birimlerdense direkt “load” etmek gerekiyor oyunu.
Düşmanların acıması yok bu arada, öyle sığınıp kalmıyorlar siperlere, sürekli hareket halindeler, bir sağımızda, bir solumuzda. Oyunun üzerine kurulu olduğu “yandan saldırma” sistemini her fırsatta üzerimizde uygulamaya çalışıyorlar. Bazı düşman birimleri birbirlerine buff veriyorlar. Misal, birisi arkadaşlarına kalkan desteği verebiliyorken, uçan birimler birbirlerinin canlarını doldurabiliyorlar. Yaptıkları atışlarsa bir hayli can yakıyor, bu yüzden siperleri düzgün bir şekilde kullanmak gerekiyor. Sanıyorum The Bureau bu işi çok güzel çözmüş. Siperden sipere geçişler olsun, daha uzaktakine hızlı geçişler olsun, harika bir şekilde oyuna eklenmiş ve hatayı oyunda değil de kendimizde aramamıza sebep olacak seviyeye getirmiş. İlerledikçe karşımıza çıkan daha güçlü düşmanlarsa cabası. Kimileri vücut zırhlarıyla can sıkıyorken, kimileri devasa ölçüleriyle iki ayağımızı bir pabuca sokuyorlar...
The Bureau’yu deneyim ettiğim süre boyunca içerisinde bulunduğum atmosferden çok ama çok mutlu oldum. 60’lar dünyasında uzaylılarla çatışmak, elimizdeki limitli teknolojiye sahip eski silahlarla onların peşine düşmek ve tüm bunları yaparken fötr şapka takmak beni benden aldı. Fütüristik olacak diye illaki lazerlerle koşturmak, daha gelişmiş bir dünyada var olmak gerekmiyor. Oyun çıktığı zaman ne gibi değişiklikler olacak, bilmiyorum ama benim test ettiğim haliyle bile çıksa büyük bir kitlenin beğenisi kazanacaktır. Hem belki de bu yapım sayesinde Enemy Unknown’dan uzak duranlar da bu efsaneye bir göz atmak isterler.